Tuesday, November 27, 2007

Yuruyelim Seninle Istanbul'da



Yuzun bir ay gibi parlarken gecenin ortasinda
yuruyelim seninle istanbul'da

Bogazici magrur turkulerini

gozlerine baka baka soylesin

martilar usuyunce

denizin sicaginda bulsunlar kalbimizi

...................................

......................................


bir elimizde umut

bir elimizde sevda

yuruyelim seninle Istanbul'da

musiki kesilsin, tukensin yazi

caresiz kalinca mizrap ve siir

ozan bir kenara biraksin sazi

ressam fircasina neden mi kizgin

tuvalde cizgiler, renkler kirmizi

kirmiziyi sevdigini bilince

cekilir mi artik gullerin nazi

.................................................

..........................................................



biz gitsek de, Istanbul'da yine de

yillar yili gezinmeli bu sızı

benden bir yarali siir kalmali

senden bir tebessum, bir de kirmizi




Nurullah Genc, Yuruyelim Seninle Istanbul'da kitabindan









Friday, November 2, 2007

Severim

SEVERIM


Sevgili "kendigokkubbemiz" beni bir sure once bu oyuna davet etmisti, ancak simdi icabet edebildim. Tesekkurler Baharcim
Severim, uzaklardaki ailem ve akrabalarima kavusmayi, ablacim ve kuzenlerimle birlikte yaz aksamlari balkonda, gecenin bir yarilarina kadar cekirdek citlayip muhabbet etmeyi....
Severim, minicik oglumun, burnumu cektigimde bile beni agliyor sanip, usulca yanima sokulmasini, o tatli suratini suratima yaklastirip " aglama, şen aglama, hic aglama" demesini... Bir yerim acidiginda gelip opup, o tatli sesiyle "gecti mi?" diye sormasini....
Severim aksamustu kapida anahtar sesini duymayi, anahtarin sahibini de....
Severim memlekete gittigimde, kendimi disari atip sokagin, hayatin ve Istanbul'un kokusunu icime cekmeyi....
Severim Osmanli tarihine ait kitaplar okuyup, eski yillarda gecen olaylari konu alan filmleri izlemeyi......
Severim ciseleyen yagmur altinda yuruyup, kendi icimi dinlemeyi, efkarlanmayi, efkarimi O'na (C.C) arzetmeyi......
Severim, guzel hayaller kurmayi....
ve daha bir cok seyi.....
Kendimce birseyler daha ilave etmek istiyorum. Cocukken sevdigim bazi seyleri
Cocukken,
Severdim bahceye serdigimiz kilimin uzerinde bebeklerimle kendime bir kucuk dunya kurup, doyasiya evcilik oynamayi,
Severdim elektrikler kesilince babamin mum isiginda bizimle kibrit atmaca oyunu oynamasini,
Severdim babama 'hadi babaaa, eskilerden anlaattt' dedigimizde derelerde, cayirlarda, gerdengec calilari arasinda gecen senlikli cocukluk hikayelerini dinlemeyi,
Severdim okuldan eve donunce annecigimi hep evde bulmayi,
Severdim yaz geceleri sahil boyuna gidip denize karsi gazoz icmeyi, atlikarincaya binmeyi,
Severdim mahalledeki bakkal Kamil abiden Ulker hobby cikolata, Tadelle, Tipitip sakizi ve leblebi tozu almayi,
Severdim bayram sabahlari annemin geceden elerimize yaktigi kinalari yikayip, yeni elbiselerimi giymeyi,
Severdim, haftasonu sabahlari televizyonda cizgi film izlemeyi,
Severdim, kis geceleri okuldan hava kararinca cikmayi,
Severdim, ilkokulda sinif baskani olmayi, her sene basinda kitaplarimizi, defterlerimizi ozenle kaplayip, resimli etiketler yapistirmasini
Severdim, babamin uzaklardan getirdigi rengarenk boyalarin, kalem kutularinin, silgilerin, kalemlerin kokusunu,
Severdim, ogretmen dayimin bizi adam yerine koyup ciddi ciddi muhabbet etmesini,
Severdim mahalledeki arkadaslarla kis gunleri kartopu savasi yapmayi, yaz gunleri bahcede 'hadi anlat bakalim' oynamayi,
Severdim iste bircok seyi.... Cunku kokular baska, tadlar baskaydi cocukken. Sevincler cok sevincli, uzuntuler cok uzuntuluydu o zamanlar... herseyi daha bir zirvede yasiyorduk belki de . Tadini ala ala, taa icimizde hissede hissede... Mahallemiz kucuk ama icimizdeki dunya cok buyuktu....
Bu arada ben de www.beceriksizgelinden.blogspot.com ve http://banuskitchen.blogspot.com/ adreslerinde ikamet eden iki sevgili arkadasimi sobeliyorum.

Sunday, October 28, 2007

Alti bezli minik yaratiklar



ALTI BEZLI MINIK YARATIKLARIN IKTIDAR MUCADELESI


Biz zoru, hatta imkansizi basarmaya calisiyoruz. Hatta cabamizin icinde bulundugumuz o an icin bir sonuc vermeyecegini bile bile bosa kurek salliyoruz. Bulunduklari her yerde kendi hukumranliklarini ilan etmeye pek meyilli 2 yasindaki minik devlerin, en buyuk varliklari olan oyuncaklarini paylasmalarini saglamaya calisiyoruz. Isin kotu yani, anlayamacaklarini, buna henuz hazir olmadiklarini bile bile bunu yapiyoruz.

Butun annelerin bildigi senaryo. Siz arkadaslarinizla birlikte yetiskinlerin dunyasinin onemli meselelerine tam daldiginiz bir vakitte, ortada cikan bir cingar sizi hayatin bir baska gercegiyle yuzyuze getiriverir. Surpriz bir vaka degildir. Kimbilir kac yuzuncu defa bu sahneye sahit olmuslugunuz vardir. Evet, buralarda toddler diye bilinen, genellikle 2 yas cocuklarinin oyuncak kavgasindan bahsediyorum. Yani yuz binlerce (ok abartmis olabilirim) oyuncagin arasinda bir tanesini paylasamama kavgasidir verilen. Bu 2 yasindaki alti bezli minik yaratiklar, paylasmama konusunda kesinlikle cok kararlidirlar. Gerekirse diger cocugun elindeki o harika! oyuncagi almak icin kendisini yerden yere atabilir, hasminin ustune saldirabilir, hic birsey yapamazsa tepine tepine aglayabilir. O anda laftan anlayacak durumda degildir zaten o 2 yasindaki, kendini dunyanin hakimi sanan alti bezli yaratik. Tamamen hasmin (eski arkadas, yeni hasim, 10 dakika sonra yine arkadas) elindeki o muhtesem objeye kilitlenmistir. Hedef "o benim olmali, o benim olmali". Tabii oyuncagi elinde tutup vermemekte direnen alti bezlinin de o an kilitlendigi tek sey "bu benim, bu benim" Biz hanim hanimcik oturup muhabbet eden annelerin de tabii etekleri tutusuverir bu hengamede. Ne de olsa ortaligi savas meydanina cevirenlerin annesiyizdir. Ilk once tatli tatli "bak oglum/kizim, paylasmak cok guzel, hadi ver oyuncagi arkadasina. Biraz da o oynasin. Paylasin, kardes kardes oynayin." diye ikna etmeye calisiriz. Ise yaramadigini gorup bir de oradaki diger insanlari gurultumuzle rahatsiz ettigimizi dusununce sinir katsayimiz da yavas yavas artmaya baslar. Yine de kendimizi zorlayarak "Hadi bebegim, cici ol, oyuncagi ver arkadasina. Ver o arabayla arkadas da oynasin biraz, paylasin." ya da "bak annecim, burda baska bir araba var, hem de kirmizi, ne guzel, hadi bununla oyna sen" diyerek son bir ikna hamlesi daha yapmaya calisiriz. Yok. Elde var sifir. Bir arkadasimin deyimiyle, "duvara konus, duvar daha iyi tepki verir" . O an kendini o oyuncaga adamis 2 yasindaki icin bu sozler pek de birsey ifade etmemektedir zira. Iste bundan sonrasi sizin sabriniza, annelik yetilerinize kalmistir. Herkesin cozum ya da cozumleyememe yontemi farklidir herhalde. ( Cozum bulabilenler yorum kismina yazarsa emin olun cok faydasi dokunur)




Iste boyle, 2 yas 4 bucuk aylik, cok kararli bir erkek cocugu annesinin hemen hemen her arkadas toplantisinda yasadigi bildik sahnelerden biri anlattigim.(Daha ne sahneler var ki anneler bilir ancak. Bugun ki bikac vukuatimiz jaluzi perdeyi bozmak, krem rengi koltuklara ispirtolu kalemle yazmak, cekmeceleri ve kitapligin alt rafini bosaltmak,..............) Oyle anlar oluyor ki, ne okudugunuz kitaplar, makaleler, ne de es dost tavsiyeleri fayda etmiyor. Siz tabii yine de cocuga guzel davranislari telkin etmeye devam ediyorsunuz o an ise yaramadigini bilerek ama bir umit, gelecege yatirim olur diyorsunuz. Sabrinizin yettigi yere kadar...

Bazen annelerin yuzunu gulduren vakalar da yasaniyor elbet. Cocugunuz ya da minik arkadasi, gayet sirin bir edayla hic zorlamadan elindeki oyuncagi verebiliyor. Ama dedim ya, bazen.

Dunyada bu kadar cok sevdigim ve fakat zaman zaman beni bu kadar cok kizdiran, hatta cildirtan baska bir varlik olmamisti hayatimda. Buna ragmen sacinin teline bir halel gelmesin istiyorsunuz. Nasil hem bu kadar masum, hem de bu kadar zalim olabiliyorlar, ben kestirebilmis degilim. 5 dakika once annenizden emdiginiz sutu burnunuzdan getirten alti bezli sipacik, 5 dakika sonra gelip sirin suratini suratiniza iyice yakinlastirip, sonra bi de opucuk konduruverebiliyor. Ve o an bittiginiz an oluyor :)

Bu gece karistirdigim bir aile dergisinde " Cocuga erken yasta paylasmayi ogretmek" baslikli bir yazi gordum. Yaziyi okuyunca, zaten bir suredir dertli oldugum mevzu da birseyler karalamak istedim. Simdi de asagida o dergiden bazi alintilar yapip, cevirecegim.


COCUGA ERKEN YASTA PAYLASMAYI OGRETMEK (1)

"Bir ebeveyn olarak, paylasmayi ogretmenin en iyi yolu, onun ne kadar zor birsey oldugunu hatirlamaktir diyebilirim.

Bazen yetiskinlerin cocuklariyla paylasma hakkinda konustuklarini duyarsiniz. "bak, paylasmak ne kadar eglenceli birsey. Gordun mu " derler. Ee, maalesef hayir.

Paylasmak her zaman icin cok eglenceli olmayabiliyor. Kucuk yastaki cocuklar icin de, bazi yetiskinler icin de eglenceli olmayabilir. Paylasmak iyi bir seydir. Iyi ve dusunceli bir davranistir, eglenceli olmasa da. Cocuga bu mesaj verilmelidir. Paylasarak arkadasliklar kurabilecegi ve onlarin da kendisiyle bir seyleri paylasacagi soylenmelidir.

Neden paylasmak bu kadar zor? Bu 'bir tane sana, bir tane bana' seklindeki sosyallikten yana davranis, erken yastaki cocuklarin gecirdigi egosentrik ( Benmerkezci, kendini merkez alan) doneme tamamen zittir. Eger cocugunuz 50 tane topun bulundugu bir odadaysa, o gercekten oradaki butun toplarin kendisine ait olduguna inanir. eger siz iceri girer ve toplardan bir tanesiyle oynamak isterseniz,o topu size vermesi, 50 tanesini vermesi kadar zordur. Bir topu vermesi, adeta elindeki hepsini vermesi gibi zordur bu yas donemi cocugu icin. Bu hic egleneceli degil, hic kolay da degil.

Yaklasik 3 yas civarlarinda, yavas yavas daha fazla yasam tecrubesi edinip, bu egosentrik (Benmerkezci) donemden siyrilmaya basladiklari zaman, paylasmayi kavramaya baslarlar. Ilk once aile, akraba ve kardeslerle, sonra da arkadaslari ve diger insanlarla paylasmaya baslarlar.

Bu gecis donemini kolaylastirmak icin onerilen bazi tavsiyeler sunlar:


  • Paylasmak istemeyip bagirip, cagirip tepinmeye basladiklari zaman dikkatlerini baska yone cekin. Oyuncak kavgasi yaptiklari an, paylasma hakkinda konusmak icin uygun zaman degildir. Ayrica oyuncagi ellerinden almak da cok iyi degildir. Dikkatlerini baska yone cekin, mesela "aa bak disaridaki kusa" diyin. Paylasma hakkindaki konusmanizi cocugunuzun sakin oldugu bir zamana birakin.

  • Cocugunuzu arkadasi evinize geliyorsa, cocugunuz icin cok onemli olan esyalari ortadan kaldirin. Bu onun icin ozel bir oyuncak ya da battaniye vs. olabilir. Bunlari ortadan kaldirdiginizda paylasma (paylasmama) kavgasi da dogal olarak cikmaz.
  • Cocugunuz bir esyasini paylastiginda bunun farkinda oldugunuzu ve desteklediginizi belli edin. Cocougunuz bir oyuncagini arkadasina uzattiyorsa "Aferin! Paylasman cok iyi bir davranis" deyin.
  • Paylasma kavrami, soyut bir kavramdir. Cocugun anlamasi zor olabilir. Cocugunuz bir paylasimda bulundugunda, dikkati bunun uzerine cekmek, "Aferin! Bak arkadasinla oyuncagini paylastin. Cok iyi." demek bu kavrami somutlastirip, cocugun anlamasina yardimci olur.........

.............................. seklinde devam ediyor yazi.


(1) Today's Family Magazine Lake County

Saturday, October 20, 2007

Eski Bir Bayram Yazisi

Bayram biteli bir hafta oluyor ama blogla hic ilgilenemdigim icin birseyler karalayamadim. Yillar once (tam hatirlayamiyorum kac yil gectigini ama 4-5 yil once galiba) yine bir bayram ustu gazeteye yazdigim bir bayram yazimi paylasmak istedim burada. Chicago'da yasiyorduk o zaman. Bayram kutlamasi haberi niteliginde yazildigindan bazi ayrintilari kesiyorum, biraz alinti yaparak yayinliyorum.

DOSTLARLA BERABER (BAYRAM)

Bir bayram daha geçti, gitti. Çocukluğumuzun bayram sabahlarını yaşayamadık belki. Yatağımızda, bir an önce bayram sabahına ulaşmak için kendimizi uyumaya zorlayamadık. Yepyeni kırmızı ayakkabılarımızı giymek için de sabırsızlanmadık besbelli. Komşu ve akrabaların ellerini öpüp, harçlıklarımızı toplamanın hazzını da yaşayamadık. Bir çoğumuz bayrama babamızın elini öperek de başlayamadık. Ama olsun, dostlarımız vardı bayram sabahı Chicago’da, birbirimize hem anne, hem baba, hem de kardeş olduğumuz dostlarımız. Çocuklarımızın teyze, amca hasreti çektiği bu uzak diyarlarda, varlıklarıyla bu eksikliği dolduran dostlarımız. Hiç aklımıza gelir miydi valizlerimizi yüklenip ana yurdumuzu terkederken, binlerce kilometre uzakta, bunca dost bulacağımız. Aklımıza gelir miydi aynı annelerimizin yaptığı gibi, dost ahbab ziyaretlerine elimizde bir tatlıyla gideceğimiz. Ya da evdeki tuzumuzun bittiğini en olmadık bir zaman da farkedince, bir parça tuz isteyeceğimiz komşularımızın olacağı yanımızda. Aklımıza gelmedi belki. Ama şanslıydık. Onlar vardı ve bayramda da yanımızdalardı. Chicago’da da bayram sabahı, dünyanın dört bir yanında olduğu gibi bayram namazının kılınmasıyla başladı. Biraz mutluluk, biraz özlem, biraz da burukluk vardı yüreklerimiz de. Chicago’da yaşayan Türk toplumu her zaman olduğu gibi.........................................................................................................................................................
...............................................................................................................................................................
.................... yazinin devamini yayinlamiyorum, bu kadar yeter

Chicago'yu anmisken, oradaki eski dostlari da anmamak olmaz. Tabii her ne kadar blogunu takip ediyoruz, bidi bidi bidi deseler de, yorum yazmakta tembellik gosteriyorlar. Bazilari da yazdiklarini ama yorumlarinin kayboldugunu iddia ediyorlar. Bakalim gunun birinde oradaki dostlar da sadece okumakla yetinmeyip bir kac satir karalayacak mi?? Ozledim sizi kizlaaarrr :)

Monday, September 17, 2007

Bir Guzel Ay


Ramazan gelince insan Turkiye'yi daha da bir ozluyor. Hele de Istanbul'u. Sultanahmet'teki Ramazan etkinlikleri, mekanin manevi havasi, kitap fuari... Universite yillarimda Ramazan aylarinda giderdik Sultanahmet'e. Beyazit'tan yola revan olup, Divanyolu'nu arsinlayip, Cemberlitas'i gecip, Sultanahmet'e yurumek ayri bir keyif verirdi bana. Yillardir yasayamadigimiz tatlar bunlar. Ne sicak pide, ne ezan sesi, ne iftara yetismek icin kosusturan insanlar, ne o Osmanli yadigari camiileri susleyen mahyalar var burada. Ama ne var ki, yasadigimiz her yerde, gittigimiz her mekanda yeni seyler ogreniyoruz. Ehh sicak pide alacagimiz bir firin yoksa, yemek bloglarindan bir pide tarifi alip, evde yapiveriyoruz. Istanbul'u ozleyince de eskiden cektigimiz fotograflara bakiyoruz. Hem bugunu, hem gecmisi birarada yasatan mekanlariyla, Istanbul gercekten ruh sahibi, yasayan bir sehir. Iste o sevgili sehirden Ramazan'i hatirlatan kareler. (Her ne kadar gectigimiz yil Mayis sonunda Istanbul'un fetih kutlamalari sirasinda cekilmis olsalar da...)


(Sultanahmet Camii-Blue Mosque)

(Sultanahmet Meydanindaki meshur Alman Cesmesi)

Friday, September 7, 2007

Kuzenlerde Kahvalti




Iste tatli bir tatil hatirasi... Bu yaz tatilinden biriktirdigim guzel anilari bloguma koymak istiyorum ki, hep gozumun onunde olsunlar. Istanbul'da kuzenlerimin bekar evinin balkonunda yaptigimiz guzel kahvaltilardan biri bu da. Bu yaz onlarin islerinin yogunlugundan fazla gorusemedik maalesef ama gecen sene bu kahvaltilarin ve muhabbetlerin sayisi cok daha fazlaydi. Istanbul'un gobeginde nadir bulunan tarla-bahce manzarasi esliginde. Sizi ozledim milleeeettt.... Ahh ahh keske siz de benim evime gelebilseniz de, ben de size boyle kahvaltilar hazirlayabilsem... Iste boyle, gonul muhabbet ister bu uzak diyarlarda, kahvalti bahane....

Bu arada hayiflandigim bisey var. Butun yaz boyunca canim ablacigimin ve annecigimin bize hazirladigi sofralardan birini bile fotograflamamisim, ona yaniyorum.

Monday, September 3, 2007

Yeni sayfa


Dunya iste bu... Acisi, tatlisi birbirine karismis. Zaman zaman uzuntuler, zaman zaman mutluluklar caliyor kapimizi. Son haftalar sikintili gecti bizim icin. Turkiye'de bulunan kayinpederim hastalandi, esim bir gun icinde apar topar bilet bulup, Turkiye'ye uctu. Ama nasip olmayinca olmuyor, babasina yetisemedi. Nur icinde yatsin kayinpederim insaallah. Allah'tan geride kalanlarimiza hayirli, saglikli ve uzun omurler vermesini diliyorum.


Bloguma son gunlerde baktikca fazlasiyla karanlik ve koyu renkli gorunmeye baslamisti gozume. Belki de halet-i ruhiyemden dolayi. Biraz renklendirmek, aydinlatmak lazim diyerek baska bir template (sablon) secip kullanmaya karar verdim. 4-5 yil once Chicago'dayken web design dersi almis olmama ragmen, hepsini unuttugumdan, hatirlamaya calisip uzerinde ugrasacak kadar vaktim de olmadigindan, hazirda bulunan sablonlardan birini sectim. Tabii sablon degistirince, daha once yapilmis olan kisisel duzenlemeler, eklemeler puff! diye ucup gidiyor. Zaten fazla birsey yoktu ama dunyanin degisik ulkelerinden ziyaretcilerin geldigini gosteren minik haritamin gitmesine uzuldum tabii.


Bakalim bu yeni haline alisacak miyim blogumun Sevmezsem yine degistiririm artik.


Monday, August 13, 2007

Daralan gonul

DARALAN GONUL


Cozulmesi zor bir bilmece gibi insan. Kimi zaman gonul ferah feza, kimi zaman kiyasiya bir karanlik, bir darlik. Herkesin olur kendini bogulacakmis gibi hissettigi zamanlari.Gonlunuz daralir, sanki dunyaya bir sis perdesinin arkasindan bakiyormus gibi hissedersiniz kendinizi.Sair zaman size gulumseyerek bakan dunya, suratini asmistir sanki. Yolculugun dunya duraginda kafaniz karismistir. Nasil da geciyor zaman? Nereden geliyorum? Nereye gidiyorum? Ne yapiyorum? Bu gonul nasil birsey? Bu kalp nasil da boyle hic sabit durmaz?? Bir suru soru ususur kafanizda. Huzur kacmistir bir kere, bazen ortada bariz bir sebep bile goremezken Yana yakila arar durursunuz. Huzur nerede? Annecigimin dizinin dibinde mi? Yine uzaklarda kalan memleketimin yemyesil bir bahcesinde mi? Cocugumun mis kokan saclarinda mi? Kendimi disarilara mi vursam? Sokaklarda, parklarda mi arasam huzuru? Ne yapsam da kurtarsam kendimi su mengenelerden der durursunuz. Bogaziniza bir yumruk gibi tikanan, nefes aldirmayan sikintiyi basinizdan atmak istersiniz. Hava hep gunesli olsa, bulutlar hic gogu karartmasa, butun perdeleri acsam da icerisi apaydinlik olsa diye diye care ararsiniz icinizin karanligina. Insaniz ya iste. Kimi zaman huzurun engin denizlerinde neseyle kureklere asiliyoruz, kimi zaman kasvetin bogucu havasinda bir dala tutunmaya calisiyoruz. Med-cezirlerimiz hic bitmiyor. Boylesine daraldigim bir zamanda internette acilan bir sayfada tam da benim hissiyatimi anlatan bir yaziya rastladim. Duymadigim, bilmedigim sey degil ama tam da o derde mubtela olmusken, devasini bulan hastalar gibi icime bir ferahlik yayildi. Iste tasavvufta kabz deniyor bu daralmaya. Kabz, ic darligi, tutulma, gerilme, cani cikacakmis gibi olma manalarinda sozlukte. Aslinda bu kabz hali, Allah'in Kâbız isminin bir tecellisiymis ve O'na yonelerek gecirilirse sonuclari itibariyle de guzel meyveler verebilirmis. Hastaligin tedavisinde ilk is onun ne oldugunu bulmaktir ya. Adi konulmayan, ne oldugu bilinemeyen hastalik daha bir tedirgin eder insani. Iste bu sikintilarin da ne oldugunu, neden oldugunu bilmek, tedaviye baslamak icin ilk adimi atmak gibi.Internet sitesindeki yazida soyle anlatiliyor kabz hali.

" Mevlânâ’nın ifadesiyle kalb, tecelligâh-ı ilahî deryasının sahilidir. O deryanın tecelli dalgaları devamlı kalb sahiline çarpar durur. Bunlar ışık tayfları gibi değişik şekil ve boylarda olurlar ve uğradıkları yerlerde kendi keyfiyetlerine göre değişik tesirler hasıl ederler. Bu dalgalardan bir kısmı Cenâb-ı Hakk’ın “Bâsıt” ism-i şerifinin tecellileri olarak gelir. Bâsıt; dilediği kuluna ihsan ve lütuflarını bol bol veren, ona güzel bir hayat, daimi saadet ve geniş rızık bahşeden demektir. Dolayısıyla, Bâsıt isminin tecellisi olan dalgalar kalbi inşiraha gark ederler. O engin deryanın bir kısım dalgaları da “Kâbız” isminden neş’et ederler. Kâbız ise; ihsan ve lütuflarını bazen kısan, istediği kulundan servet ü sâmanı, evlâd ü ıyâli, hayat zevkini, gönül ferahlığını alıveren manalarına gelir. Kâbız isminin tecellisi olan dalgalar kalbe gelip çarptığı zaman orada bir sıkıntı, bir kalak ve iç darlığı meydana getirirler.
Cenâb-ı Hakk’ın Kâbız isminin tecellileri mutlaka her insanda tesirlerini gösterir. İnançsız kimselerde bu tesirler, bunalım, stres ve buhran şeklinde ortaya çıkar; onlarda intiharlara sebebiyet veren sâik de çoğu zaman bu türlü bir kabz halidir. Mü’minlerde ise, her kabz bir teyakkuz faslı ve Mevlâ-yı Müteâl’e gönülden teveccüh çağrısıdır. İnsan mütemadiyen Bâsıt isminin mazharı olsa ve hep ilahî ihsanlarla karşı karşıya bulunsa, onun nimetlerin kadrini bilememesi, kendini salması ve nankörce davranması söz konusu olacaktır. O ard arda lutfedilen nimetlerin muvakkaten kesildiğini de görmelidir ki, onların kıymetlerini anlasın. Bu açıdan, bast halinde rahatça kulaç atıp ileriye doğru gidebilmenin zevkini duyabilmek için ara sıra kabza maruz kalmak ve bir tutukluk yaşamak da gerekmektedir.

Evet, Allah Teâlâ hem “Kâbız” hem de “Bâsıt”tır; insan irâdesinin nisbî bir tesiri olsa da, kabz u bast Allah’ın kudret, meşiet ve iradesine bağlıdır. “Allah hem kabz eder hem de bast eder.” (Bakara sûresi, 2/245) mealindeki ayet-i kerime de bu hakikati ifade etmektedir. Bütün varlık, O’nun kabza-i tasarrufundadır; semâlardaki burç burç gezegenlerden insanın kalbine kadar her şeyi dilediği zaman evirip-çeviren O’dur. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in “Kalb, Hazreti Rahmân’ın parmakları arasındadır; onu halden hale çevirir ve ona istediği şekli verir.” sözü de bu gerçeğin bir buudunu hatırlatmaktadır. Allah Teâlâ, Kâbız ve Bâsıt isimleriyle dilediği zaman kalbi öyle sıkar ve onu öyle ihtiyaçlara boğar ki, artık O’ndan gayri hiç kimse kalbi inşiraha kavuşturamaz ve onun ihtiyaçlarını gideremez.. istediğinde de kalbe öyle genişlik ve inşirah verir ve onu öyle ihsanlarla şereflendirir ki, gayrı o hiç tasalanmaz ve hiçbir şeye ihtiyaç duymaz."

Yazinin devaminda gonul darliginin careleri de anlatiliyor. Izdirap ceken hastalarin dogru ilaci bulduktan sonra rahatlamalari gibi, Allah'in butun sikintida olanlarin sikintisini giderip rahatlatmasini diliyorum.


Monday, July 30, 2007

Şehirde Yaşam

ŞEHİRDE YAŞAMA SANATI KURSLARI 



  Keşke İstanbul'da 'Şehirde Yaşama Sanatı' kursları düzenlense ve İstanbul'da yaşayan herkesin katılması mecburi olsa. Hatta kurs sonunda başarılı olamayanlar şehirden uzaklaştırılsa... Herhalde o güzelim kent daha bir yaşanılası olurdu. Maalesef birçoğumuz şehirde hele de büyük şehirde yaşamanın adabını bilmiyoruz. Aslında maalesef insana ve yaşadığımız çevreye saygı duymayı da beceremiyoruz. İstanbul kozmopolit bir şehir. Gürültü kirliliği had safhada. Hani derler ya 72 buçuk milletten insan yaşıyor diye. Öyle bir yer.. Hani çeşitlilik iyi hoş, renk katıyor şehre ama bu şehre akın eden insanlar hala kendi köy ve kasabalarındaki yaşantıyı yaşamaya çalışıyor. Köy ya da kasaba yaşantısını aşağıladığımdan dolayı değil bu sözlerim. Oralarda yaşam büyük şehre benzemez. Kocaman bahçeler içindedir evler. Büyük şehirdeki gibi dipdibe, burun buruna apartmanlarda yaşamaz insanlar. Köyde kasabada, sesimiz komşuları rahatsız edecek, gürültümüz gidecek tasası yoktur. Ama İstanbul gibi bir şehirde öyle mi? Sokakta öksürseniz sesiniz en az beş on apartmanın ön tarafa bakan dairelerinden duyulur. Hele de yaz geceleri açık pencerelerden odaya dolan gürültü... Tatilimin İstanbul ayağında en çok sokağın gürültüsü yordu beni. İnsanların sanki bu şehirde sadece kendileri yaşıyormuş gibi davranmaları çileden çıkarmaya yeter galiba insanı. Hele de yatak odanız sokağa doğru bakıyorsa. Gecenin 12' sinde, 12 buçuğunda insanların camdan cama bağıra çağıra muhabbet etmeleri, balkonlarda gecenin bir yarısı yüksek sesle söyleşip gülüşmeleri, kim tatile Bodrum'a gidecekmiş, kim tatilden geri dönmüş havadisleri... Gecenin 1'inde müziğin sesini sonuna kadar açıp arabasıyla sokaktan bangır bangır geçen düşüncesizler, kazandıkları maçı arabalara doluşup, korna çalıp bağıra çağıra kutlayan, bununla kalmayıp silah atan şehir magandaları... Gittikleri gezmeden çoluk çocuk geç saatte dönen gürültücü aileler... Gece gündüz demeden evlerinden bütün sokağa yayın yapan müziksever gençler ve daha neler neler... Haftasonu olsa bir derece anlayışla yaklaşılabilir belki ama haftaiçi gecenin 12 buçuğunda, herkesin uyumaya çalıştığı bir zamanda, camdan cama, sokak ortasında yüksek sesle muhabbet neyle açıklanabilir bilemiyorum. Çok sesli hanımları uyardığımda ise aldığım cevap hayli enteresan. 'Suna bak yaa, mahallenin düzenine karışıyor!' Herhalde düzensizliğin düzen kabul edildiği bir şehir olsa gerek burası. Korna çala çala, silah ata ata, 2 yaşındaki bebeleri korkudan çığlık çığlığa uyandıra uyandıra yoldan geçen sporsever! gençleri, telefonla defalarca karakola haber verdiğimiz halde, pek bir sonuç alamadığımızı da eklemek yerinde olacak sanırım. Velhasıl, o güzelim şehrin, o asırlardır örselene örselene yıpranmış ama hala ayakta durmaya çalışan nazlı İstanbul'un hali pür melalini anlatmaya kelimeler yetmez. Adeta kötü koca eline düşmüş güzeller güzeli, iyiler iyisi, yaşadığı imtihanına sabretmeye çalışan bir gelin gibi İstanbul... Kıymetini bilmeyenlerin eline düşmüş bahtsız bir çiçek. Kıymet bilmeye çalışanların da emeklerine destek olmuyor bir kısım İstanbul halkı maalesef. 

ÇÖPLERİNE SAHİP ÇIKAMAYANLARIN ŞEHRİ 

Sultanahmet cennetten bir köşe sanki. Öyle huzurlu, öyle güzel. Belediyenin çevre düzenlemesi de iç açıcı. Ama gelin görün ki çevredeki yeşilliklerin, bahçelerin, çiçeklerin arasına ne yiyip ne içtilerse, bütün çöplerini atmış insanlar. Etrafta hiç çöp kutusu göremiyorsan bile çöpünü elinde tut, cebine, çantana filan koy ama sokağa atma ey insan! diye haykırası geliyor bu garibin. Bizim yüreğimizi yakan bu manzara, geçtiğimiz haftalarda Türkiye'yi ziyerete gelen ve hayran kalan Amerikalı dostlarımızın da hayretine mucip oldu. Şaşırdılar, sordular 'neden?'. Açıklayamadık... Varın sokaklardaki, denizlerdeki çöpleri, pet şişeleri siz açıklayın! 

BİLİNÇSİZ ANA-BABA EŞİTTİR BİLİNÇSİZ YETİŞEN YENİ NESİL 

Bir süre önce şahit olduğum bir manzara maalesef bilinçsiz anne babaların elinde yetişen bazı çocukların da gelecekte bu hassasiyeti taşıyamacağı gerçeğini gösterdi bana. Kaldırımda önümde hararetli hararetli konuşarak giden bir çift ve yanlarında 5-6 yaşlarında bir kız çoçuğu. Çocuk bi ara elindeki çöpü göstererek 'napiyim bunu?' diye sordu annesine. Kocasıyla sohbete dalmış kadın da kısaca 'at' diyerek geçiştirdi çocuğu. Çocuk da attı tabii elindeki çöpü kaldırıma. Artık daha ne söylenir bunun üstüne? İstanbul anlatılmaz yaşanır galiba. Bütün o eşsiz güzelliklerini gölgeleyen çirkinlikler de olmasa. (Şuan saat 1.27 ve son ses arabesk müziğini açıp sokaktan geçen bir arabayı daha kaydettik) Evet yazılacak şeyler, söylenecek sözler bitmez İstanbul'un bu dertleri üzerine... Siz ne dersiniz bilmem ama ben uzun zamandır kafamı 'Şehirde Yaşama Sanatı' kurslarına takmış bulunuyorum.

Sunday, July 29, 2007

Kapadokya




PERİLİ ŞEHİR YA DA GÜZEL ATLAR ÜLKESİ



Kapadokya'ya daha önce hiç gitmemiştim. İlk defa gidilen yerlere, ilk defa görülecek şeylere karşı duyulan o tatlı merak, o bildik heyecan sarmıştı beni. Şehre gece vardık. Havaalanı ile kalacağımız hotel arasında epey bir mesafe vardı. Sakin ve temiz hotel odasında, açık pencerelerden gelen tatlı esintiyle güzelce uyuyup dinlendik. Sabah kahvaltıdan sonra yola çıktık. Peribacaları gerçekten çok başka. Öyle heryerde görülecek şeyler değil. Adeta Yaradan'ın imzasını görüyorsunuz, görmek isteyene heryerde göründüğü gibi...

Ürgüp ve Göreme'yi gezdik, bol bol fotoğraf çektik.



Kapadokya Persçede 'Güzel atlar ülkesi' anlamına gelirmiş. At değil ama deve gördüm çevrede. Turistik amaçlı kullanılıyorlar sanırım


Bundan 60 milyon yıl önce, Erciyes, Hasandağı ve Güllüdağ'ın püskürttüğü lav ve küllerin oluşturduğu yumuşak tabakaların milyonlarca yıl boyunca yağmur ve rüzgar tarafından aşındırılmasıyla (aşındırtılmasıyla :) ortaya çıkmış peri bacaları.



Bu kare de Derinkuyu yeraltı şehrinden. Yaklaşık 100.000 kişilik bir topluluğun barınma, yeme, içme, ibadet, savunma ihtiyacını karşılayabilecek düzeyde bir yeraltı şehri. Şarap üretimi yapılabilen, içinde su kuyusu ve ahırlar bulunan yeraltı şehrinin 18-20 kat olduğu bilinmekte. Bu katlardan sadece sekizi temizlenerek ziyarete açılmış. Yaklaşık 52 havalandırma bacasına sahip bu şehrin ziyarete açılan 8 katını bile gezmek epey vaktimizi aldı. Yerin altına doğru ilerledikçe zaman zaman bizi zorlayan daracık tünellerden geçtik, merdivenlerden indik. İçerisi epey serindi. Bu fotoğraftaki oda eğitim ya da ibadet amaçlı kullanılıyordu, rehberimiz anlatmıştı ama çok net hatırlamıyorum. Daracık dehlizlerde, karanlık odalarda kimbilir neler yaşanmıştır. Bazı insanları hapsettikleri daracık, karanlık, mezar gibi yerleri ürkütücüydü.



Temmuz 2007

Friday, June 29, 2007

ImageChef.com - Custom comment codes for MySpace, Hi5, Friendster and more


SICAAKKK! ÇOOOK SICAK ...

Evet, Türkiye'nin gündemine sıcaklar oturdu. 3-4 haftadır Tekirdağ'daydım. Geçen hafta, çok özlediğim İstanbul'a geri dönmüştüm ama bu dönüş öyle pek zevkli olmadı. Öyle bi sıcak bastırdı ki, herkesin basından da takip ettiği gibi son 70 yılın en sıcak günlerini yaşadık, yaşıyoruz da galiba hala. İşte İstanbul'da yaşamaya ancak 1 hafta dayanabildim ve oğlumu, yeğenimi alıp doooğru Tekirdağ'a annemlere koştum.Ablacım da okulu kapanınca gelecek inş.Yolda, 6 yaşındaki yeğenim bile sıcaktan o kadar bunalmış olmalı ki ''Teyzee! Keşke kar yağsa. Ben kışı çok özledim' diye söylendi. Akşam eve girince dört bir yandan açılmış pencerelerden içeri süzülen serin rüzgar, uçuşan perdeler sıcaktan ve stresten gerilmiş sinirlerime doğrusu çok iyi geldi. Tekirdağ bugün de serin sayılır. Yani 30 dereceye ne kadar serin diyebilirseniz. Annemlerin evi ki yazın bile serin ve esintili olmakla bilinir, o çok sıcak günlerde kaynamış. Annem termometreli bi saati pencerenin önüne koyduğunda sıcaklığın 50 dereceyi bulduğunu,hatta saatin geçici bir süreliğine kararıp şaşkına döndüğünü anlattı. Salonun pencereye yakın bir köşesinde de 36 dereceyi bulmuş sıcaklık. İste bizim evin ölçümleri böyle. Buralar da sıcak olur yazın ama bu kadarını Trakya halkı da uzun zamandır görmediğinden herkes sudan çıkmış balığa dönmüş durumda. İnsanlar adeta yaşam mücadelesi veriyor. Babam bikaç gün önce klima almaya gitmiş ama servisleri çok yoğun olduğundan hala gelen giden yok. Bekliyoruz... Neyse ki gece 29, bugun de 30 derece sıcaklık var evde. Nefes alınabiliyor en azından. Allah sonumuzu hayır etsin... İnsanoğlu ne kadar aciz...

Uzmanlar, aşırı sıcaklarda vücutta hormonal değişiklikler görüleceğini belirterek, “Sıcak havalar insanları daha sinirli hale getiriyor. İnsanlar daha asabi oluyor” diyorlarmış. Gerçekten de öyle..

Saturday, May 19, 2007

İSTANBUL MANZARALARI

PAZARLAR, SOKAKLAR, İNSANLAR


Rengarenktir İstanbul pazarları. Her semt pazarının ayrı bir havası vardır. Kimisi sosyete pazarı, kimisi halk pazarı... Bağırıp çağıran pazarcılar, her serginin başında bir hazine bulmuşçasına heyecan içinde eşyaları karıştıran müşteriler, simitçiler,yaşlılar, gençler,bebek arabasıyla pazara gitme gafletinde bulunmuş taze anneler,yankesiciler, daha neler neler..

Sebze- meyvenin her türlüsüne rastlarsınız İstanbul pazarlarında.. Domatesler mis gibi kokar, dolmalık biberler Amerika`da bir adam doyuran o koca biberlere inat küçücük minicik,körpeciktir...Meyveler, zeytinciler, ürünleri pek de hijyen görünmeyen peynirciler... Ama İstanbul pazarlarının asıl renkli yanı giyim kuşam kısmıdır. Kadıköy`deki Salı pazarı, Bakırköy pazarı gibi pazarlar daha çok giyim eşyalarının renkliliği ve çeşitliliğiyle ünlüdür. Ayakkabıcılar, çantacılar, her türlü markanın taklit ürünleri, ihracat fazlası kıyafetler, parfümler, gözlükler... Yok yoktur İstanbul pazarlarında...

Fatih`teki Çarşamba pazarı ve Fındıkzade`deki Cuma pazarı uğrak yerlerimden oldu son 10 gündür. İkisinin de Salı pazarından eksiği yok, fazlası var. İğne atsanız yere düşmez.Fiyatlar derseniz her telden çalıyor.. Mağaza fiyatlarını geride bırakmayan ürünler oldğu gibi, 3 buçuk liraya badi, 6 liraya etek, 5 liraya eşarp dahi bulabilirsiniz. Züccaiye ürünleri bilhassa plastik ve porselen mutfak eşyalarında müthiş bir renklilik sözkonusu.

RENKLİ ŞEHRİN PEK DE RENKLİ OLMAYAN MANZARALARI

Herşey iyi hoş da, bizler pek hoş değiliz gibime geldi yine bu sene. Bazı insanların birbirine karşı tahammülsüzlüğü, sabırsızlığı, mahalle ağzıyla konuşmalar, hakaretler `eyvah` dedirtip, dudak ısırtıyor insana. Satıcıların birçoğu `müşteri velinimetim değildir` diyor adeta; zira sergideki eşyaları karıştırıp kendine göre birşeyler bakan müşteriyi fena halde azarlayabiliyorlar zaman zaman. Pazara gitme hevesiyle bebek arabasıyla kalabalığa dalan genç anneler, kalabalıktan bunalmış bazı teyzelerin direkt hedefi olup, bir güzel paylanıyorlar. Minik oğluma evde annem baktığı için şükrediyorum kendi kendime..

Bu kadar kalabalık biraraya gelir de, yankesicilere gün doğmaz mı? Geçen yıl bir genç kızın cep telefonunu alıp kaçmaya çalışan bir yan kesicinin kızlar tarafından bir güzel pataklandığına şahit olmuştum. Geçtiğimiz gün de alışveriş yaparken çantası kesilen ama bunun farkında bile olmayan bir kadın, yankesicilerin mağduru oldu. Kimbilir daha kimlerin canı yandı. Ee kolay değil,`mal canın yongasıdır`diye boşuna dememişler. Benim de üniversite hayatımın ilk yılında tramvay da başıma gelmişti bu iş. Hiç anlamadan çantamdan cüzdanımı nasıl alıvermişler bilemiyorum. Keşke yeteneklerini hayırlı işlerde kullansalar...





YİNE DE VATAN, İLLE DE VATAN

Evet, memleket bu olumsuzluklara rağmen hala güzel... Ben insan ilişkileri konusunda avam tabirle biraz `tırsmış` olsam da, alışveriş yaparken pazarda da, mağazada da her an ekşi bir yüzle karşılaşmaktan çekinir olsam da, trafikte arabayı üstüme üstüme süren sürücülere sinir olsam da,yine de Turkiye cok güzel, shish kabab harika, Turkish delight nefis, Süleymaniye huzurlu, bogaz püfür püfür...

Tuesday, May 15, 2007

GÖKYÜZÜNDEN NEW YORK

Daha önce New York`a birkez gitmiştik ama bu şehri (ya da eyaletin bir kısmını) gökyüzünden ilk görüşüm oldu. Daha önceki Türkiye seyahatlerimde Chicago üzerinden aktarma yapıyorduk. Küçük uçağın penceresinden Manhattan görünmeye başlayınca beni bir telaş aldı. Bu güzel kareleri kaçırmamalıydım amma ve lakin yanımdaki yaramaz oglumla, çantanın dibindeki fotoğraf makinesini çıkarıp pilleri takana kadar epey bir vakit kaybetmiş oldum. Fotoğraflarda Manhattan(uzaklardan),Brooklyn, Long Island, JFK havaalanı yakınları ve Atlas okyanusu kıyıları görünüyor. İşte yakalayabildiğim karelerden bazıları...







Sag köşeden ortaya dogru uzanan kara parçası Manhattan,tabii cok uzaktan çekebildiğim için gökdelenler hayal meyal görünüyor.

Atlas okyanusu kıyıları...

Thursday, May 10, 2007

Türkiye'deyim


MEMLEKET HAVASI



Bize epey uzun gelen yorucu bir uçak yolculugundan sonra cok şükür memleketimize ve sevdiklerimize kavuştuk...

(Fotografı gecen yıl geldiğimde kuzenim cekmişti.Gülhane Parkı`ndaki Tepeüstü çay bahçesi.Sanırım Nisan ayı ya da Mayıs başıydı,epey üşümüştük o gün. Nefis bir İstanbul manzarası var. Bu yıl henüz gidemedik.)









Wednesday, April 25, 2007

Nice yillara

NICE MUTLU YILLAR DILERIM ABLACIGIM!










Eveeetttt 25 Nisan canim ablacigimin dogum gunu. Guzel ablacigima, Rabbim'den sevdikleriyle beraber gecirecegi nice mutlu, huzurlu ve saglikli uzun yillar dilerim. Iki cihanda da mutlu ol ins bitanem. Gecen yil dogumgunu pastana iki gun gecikmeyle yetisebilmistim. Hala tadi damagimdadir. Bu sene de bi dilim ayir diyecegim ama gelene kadar bayatlar. Napalim, kismet..

Eveet, gelelim blogumun hal-i pur melaline. Herkes sitem etmekte hakli tabii. Neredeyse 1 ay gecmis son yazimin ardindan. Ama bastan soylemistim bu gazeteci tembel gazeteci diye. Sevgili arkadaslarim sagolsunlar, kimisi siteyi basmayi dusunuyor, kimisi tembellik kardesi olduk diye seviniyor (di mi Baharcim??Ben de senin sayfana gelince hala eski postu gorunce mutlu oluyordum canim, bil mukabele yani; amma velakin benden hizli cikip yenilemissin)...

29 Mart'taki postta, buralara bahar geldi demistim. Cok gecmeden kis geri geldi o baharin ustune.(Zehra'nin da dedigi gibi :) Balkonumuzun kenarindaki kucuk agacin yesermis yapraklari kurudu, kavruldu. Sonra tam yeniden bahar geldi derken, yine soguklar bastirdi. Geceleri bardaktan bosanircasina yagan yagmurlar, serin hava...



Son zamanlarda 'evdeki gazeteci'ye bi haller oldu. Bilhassa Chicago yillarinda ve bebek oncesi zamanlarinda 'bilgisayarim benim canim, arkadasim, dostum filan diyerek, internetle yatip, internetle kalkan gazeteci gitti, yerine bebek sallayip yatan, sabahlari can hiras feryatlarla 'annneee' diye uyanan (sanki ne varsa o kadar bagiracak) bi sevimli yaratikla kalkan bi gazeteci geldi. Yani yaklasik iki yildir bu boyle de, son zamanlarda bilgisayar ve internetten iyice uzaklasir oldu evdeki gazeteci. Yani bunun sebebi emektar masaustu bilgisayarin gocmesi, sonra tamiri, sonra yeniden minik sevimli! yaratigin eziyetlerine dayanamayarak 'artik ben yokum'demesi, 'sen yoksan ben de su kalu beladan kalma antika laptopla yetinmesini bilirim diyen 'evdeki gazetecinin' yine evdeki minik yaratigin yeni icraatlari sonucunda avucunu yalamasi olabilir ki soyle; antika laptopun antika tuslari minicik, ufacik, kucucuk parmaklar tarafindan hergun biraz daha fazla sokulup, neredeyse tek disi kalmis canavar haline getirildiginden, artik bilgisayarda yazi yazmak eziyet haline gelmis bulunmakta... ve bunlarin da otesinde gazetecinin bilgisayar basinda artik cani sikilmakta.

Bak yine yoruldum, belim,bacaklarim agrimaya basladi masa basinda. Bizim sevimli yaratik (geceleri aglaya bagira uyandiginda o kadar da sevimli gelmiyo ama neyse) beni cagiriyo. Bu cocuklar gecenin bi vakti ne diye kalkarlar ki???

Wednesday, March 28, 2007

Buralara da Bahar Geldi





Havada mis gibi bir koku var... Birkac gun oncesine kadar kupkuruydu dallar. Simdiler de ise hayat emareleri taptaze tomurcuklar yuzlerini gostermeye basladi. Hep dusunurum, bahar ayi acaba cennete en cok benzeyen mevsim midir diye... Belki de oyledir bilemem ama apacik gorunen bisey var ki, o da; yeniden dirilisin en buyuk emaresi oldugu. Heryil taptaze bahar meltemleri ve kuru dallarda patlayan tomurcuklar, topraktan yuzunu cikaran tohumlar, adeta 'birgun oleceksiniz ama oyle bir gun gelecek ki, o zaman da yeniden dirilecesiniz' diye mujde veriyor.



Gecen gece, herkes uyuduktan sonra balkona ciktim. Ne enfes bir havaydi. Ilik ve sakin bahar gecesi, bir fincan cay, yaninda guzel bir kitap, karsimda tomurcuga durmus agaclar ve tatli bir huzur...

Buralardan bir yazar gecti..






Evdeki gazetecinin objektifine yaklasik bir ay kadar once yansiyan bir fotograf bu da. Dedim ya, evdekigazeteci cok tembel oldugundan, haberi vaktinde vermeyip, bayatlatiyor maalesef.



Evet, aradan yaklasik 1 ay gibi bir sure gecti ama ancak yazabildim. Yazar Vehbi Vakkasoglu buradaydi .Bir universitenin konferans salonundaki konusmasini buyuk bir zevkle dinledik. Canakkale Ruhu'ydu konusmasinin konusu. Daha once de bahsettigimiz Canakkale kahramanlarinin fedakarlik ve kardeslik duygularindan bahsetti. Icimize isleyen yasanmis orneklerle... Ve bugun bu ruha ne kadar da cok ihtiyac duydugumuzu ifade etti yazar. Cikista kitaplarini imzalarken, biz de duramadik, minik oglumuz ve benim icin birer kitabini imzalattik. Diline, kalemine saglik muhterem yazarin.


Ben birkac kitabi haricinde diger kitaplarini okumamistim ama kendisi ve eserleri hakkinda web sitesinden epey bilgi edinebildim. Radyo programlarini da dinlemek nasip olmamisti ama ilk firsatta dinlemeye calisacagim. iIgilenenler icin link asagida.



Sunday, March 18, 2007

CANAKKALE GECILMEZ








''Şu Boğaz harbi nedir?

Var mı ki dünyada eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi

Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya

Ne hayasızca tahaşşüt ki ufuklar kapalı

Nerede, gösterdiği vahşetle bu bir Avrupalı''...


Mehmet Akif Ersoy








- Bir arkadasa veda ederken, bir baska arkadasimizin da mezuniyetini kutladigimiz, bir yandan huzunlenirken, bir yandan da eglendigimiz, biraz da belki dagittigimiz bir gecenin ardindan... Iste hayattan bir kare daha..


---Alistigimiz yuzlere, isindigimiz dost kalplere veda etmek ne zor degil mi? Kimi zaman giden biz oluyoruz, kimi zaman da kalan... Ama her halukarda da bizi bekleyen, ayrilik. Birlikteyken gecirilen zamanlarin kiymetini bilemedigimiz gercegi, en cok da ayrilirken yuzumuze yuzumuze carpiyor. En son ayriligimizi yasarken, giden biz olacagiz... En buyuk mesele de zaten bu son ayrilikta gule gule gidebilmek degil mi?... Ama gitmelerin yeni kavusmalari, tatli vuslatlari da beraberinde getirecegini umid etmek de en buyuk teselli...




Sen de gule gule git guzel arkadas. Yolun acik olsun...


Monday, March 12, 2007

Haftasonundan iki film



Haftasonu izledigimiz iki film.
Ilki Bush'la baskanlik yarisinda once kazandigi soylenerek Amerika Birlesik Devletleri baskani olarak ilan edilen, sonra da enteresan bir sekilde onun degil de Bush'un kazandigi bildirilen (Florida olaylari...) Al Gore'un hazirladigi "An Inconvenient Truth, Global Warning" adli belgesel film. Kuresel isinmanin dunya capinda bir problem olarak kabul edilmesini saglamak icin hazirlanmis filmi, belgesel severlere ya da konuya ilgi duyanlara tavsiye ederim. Kuresel isinma konusunda genis bir bilgiye sahip olmamakla birlikte, sanirim dunyada, Amerika'da ve kendi ulkemizde bunun etkilerini goruyoruz. Istanbul'daki yegenim bugun telefonda 'kar yagacak, kartopu oynayacagiz teyze' diye hayal kuradursun, kis gecti, bahar geldi Istanbul kar yuzu gormedi. Sonumuz hayir olsun diyelim.




Burada da oldukca yumusak bir kis gecirdik, Subat ayindaki 2-3 cok soguk haftayi saymazsak.



Diger film ise " Stranger than Fiction". Yine 2006 yapimi bir film. Biz filmleri oglumuz dogdugundan beri sinemaya gidemedigmiz icin geriden takip ediyoruz. Gerci pek de eski sayilmaz bu film de. Bir vergi burosu mufettisi olan Harold Crick birden kendisinin yazilmakta olan bir hikayenin konusu (kahramani) oldugunu farkediyor. Yazarin sesini sadece kendisi duyuyor. Roman bir anda is ve ozel hayatini etkilemeye basliyor ve sonra yazarin bu roman kahramanini yani kendisini romanin sonunda oldurecegini farkediyor. Bir dizi olaylarla gelisen ilginc sayilabilecek bir film. Sinema yorumcusu degilim, cok fazla bisey yazamam ama Hollywood sakinlerinin hayalgucu iyi isliyor.. ne diyim..

Monday, March 5, 2007

Kitap okumalari- Istanbul Geceleri



Son zamanlarda okudugum kitaplardan bahsetmek istiyorum. Ruya sehir Istanbul'u anlatan, ama eski Istanbul'u anlatan bir eser, Istanbul Geceleri. Samiha Ayverdi'nin zarif ve icten bir dille 1952 yilinda yazdigi ve o tarihten 40 yil oncesini biraz da hasretle anarak anlattigi kitapta eski Şehzadebaşı, Bayezid, Süleymaniye, Üsküdar,Aksaray,Beyoglu,Adalar,Çamlıca ve daha bircok taninmis Istanbul semti tarih sayfalarinin icinden cikip gozlerinizin onunde arz-i endam ediyor. Ayverdi,kitabi kaleme aldigi 1952 yilinda bile eski Istanbul'a hasret duyduysa, acaba o her semti ayri guzel sehrin bugunku hal'i pur melalini gorse ne hisseder, ne derdi? Oturur bir kitap daha yazar miydi? Kimbilir...
1993 yilinin Mart ayinda vefat eden yazari rahmetle aniyorum.
Istanbul Geceleri'nden bir alinti:
" Istanbul tiryakiligi.. buna insafli olup da Istanbul hastaligi da desek olur. Iptilanin bir derecesi vardir ki artik bize zevk yerine istirap verir. Fakat bu oyle bir istiraptir ki, bedelini hicbir zevkin dudaginda bulamayiz. Belki de bu yuzden bir Istanbul tiryakisi, icinde dogup buyudugu bu sehrin heyecani afetine yakalanmis samimi bir Istanbul divanesidir."
Zaman zaman kitaptan baska alintilar da alip yayinlamayi dusunuyorum. Okunulasi kitaplardan biri diyebilirim.Universite kutuphanesinin Turkce kitaplar bolumunde de bulunan bu kitabi istegim ustune beni kirmayarak odunc alip getiren Zehra arkadasima da buradan coookkk tesekkurler ediyorum.

Friday, February 16, 2007

Guzelim Bogaz ve Rumeli Hisari

2006 yazinda cektigim fotograflardan. Anadolu Kavagi'na cumbur cemaat ailece giderken




Istanbul oyle buyulu ve insani kendine baglayan bir sehir ki... Adim adim butun sokaklarini gezsem yine de doymayacakmisim gibi geliyor. Hele o tarih. Ne yana baksam gordugum o yasanmislik! Tarihi mekanlarda hep zamana yolculuk yapmak istemisimdir. Yazin Istanbul'un fethinin kutlandigi siralarda oradaydim. Gosterilere yetisemedim ama sonrasinda annem, kuzenim Imran ve minik oglumla surlarin dibinde yuruduk, fotograflar cektik. Kimbilir neler yasanmisti o surlarin dibinde 1453 senesinde. Ulubatli Hasan bayragi tam olarak nereye dikmisti acaba?? Bir televizyon ekranindan seyreder gibi seyretmek isterdim o gunleri...

Ya o guzelim bogaz kenarina serpistirilmis saraylar, yalilar.. Oralarda yasanan tarihi, gecmisin Istanbul'unu, Istanbul'un gecmiste kalmis o insanlarini gormek isterdim... Topkapi Sarayi'nin bahcesinde dolasirken, kim hayal etmez orada yasanan Osmanli'nin en ihtisamli ve guzel gunlerini... Kim istemez seferden donen padisahi atinin ustunde seyretmeyi...
Bunlar simdilik olabilecek seyler degil tabii ki ama sanirim Istanbul'u bir bilenle gezmek, Istanbul'un tarihine, gecmisine vakif bir insanla yeniden Istanbul'u kesfetmek guzel olurdu.





Istanbul

Ozledigim sehir





Aslinda 2006 yazinda cektigim bir fotograf. Makinenin tarih ayarini duzeltmedigim icin 2000 yilini gosteriyor.
Ne guzel soylemis sair... en sevdigim Istanbul siirlerinden biri...
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten birşey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...
Necip Fazil

Dunyanin dort bir yanindan kapimizi tiklatanlar
 
Locations of visitors to this page